Falih Rıfkı Atay’ın Ateş ve Güneş adlı eseri bir savaş hatırasıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın Kanal cephesine dair bu hatıralar İstanbul’dan cepheye dek giden yolculuğun ağır, zorluklarla ve imkânsızlıklarla dolu hikâyesiyle başlar. Önce trenle başlayan bu seyahat sonrasında at arabalarıyla, yine trenle ve develerle devam eder. Oldukça yorucu ve uzun olan bu yol tamamıyla subay ve askerlerle doludur. İstanbul’dan çıkıp Eskişehir, Konya, Pozantı, Tarsus, Toprakkale, Islahiye, Halep, Rayak, Sebastiye, Nablus ve Kudüs yoluyla Kanal’a giden yazar çölün sıcağı, susuzluğu ve zorluğuna dair epey bir izlenim paylaşmaktadır.
Bu hatıra kitabı coğrafyaya, bu coğrafyada yaşayan insanların kültürüne, savaşa ve bu savaşın izlenimlerine dayanmaktadır. Yazar, çölde yaşayan bedeviler hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Bu insanlar genellikle kayalıklarda ya da siyah çadırlarda yaşarlar. Yalnızca tabanı bulunan köseleleri ayakkabı olarak kullanılırlar. Uzun boylu, zayıf yüzlü, seyrek sakallı ve esmerdirler. Kadınları genellikle siyah kıyafetler giyer; boyna, kollara ve ayaklara geçen çeşitli halkaları takı olarak kullanırlar. Adalet, kabileleri yöneten şeyhlerin yanında bulunan kadıların elindedir ancak kadınların kadısı bu kadıdan farklıdır. Hiçbir namahrem, mahkemede kadınların yanında bulunamaz. Bazen şeyhler, suçlu bulduğu kişilere keyfî cezalar verebilmektedir. Kendi rızasıyla bekâretini bozduran kıza ve kızın bekâretini bozan erkeğe verilen ceza idamdan başka bir şey değildir. Üstelik bu idamı gerçekleştirecek olan, kızın ve erkeğin yakınlarıdır. Katilin cezası ise 40 normal deve, bir hecin devesi ve kendisiyle evlenilebilir bir kızı diyet olarak vermektir. Bu kız, maktulün yakınlarına verilir ve onlara bir erkek çocuk doğurana dek onlara köle gibi hizmet eder, yani cariyelik yapar. Çöl düğünlerinde nişan alameti, kızın babasının damada verdiği bir çöptür. Damat ise bu çöpü başına koyar ve böylece “Kızınız bir çöp bile olsa onun başımın üzerinde yeri vardır.” demek ister. Bedeviler açgözlüdür, bir silah için insan öldürebilecek ahlaktadırlar. Üstelik yağmacıdırlar. Cephedeki çatışmaların en kızgın olduğu anlarda bile yağma saatini beklerler. Yine de hepsi kötü değildir. Nihayetinde Türk askeriyle omuz omuza savaşmış pek çok bedevi bulunmaktadır.
Falih Rıfkı Atay, 1914 yılında kaleme alınmış, dört defterden oluşan bir subay günlüğünü eserine ekler. Bu günlüklerde savaşın seyri, bozgunun nasıl geldiği, Türk ordusunun İngiliz ordusundan imkânlar açısından ne kadar geri olduğu, buna rağmen Türk askerinin nasıl büyük bir azimle ve hiç şikâyet etmeden savaştığı yazılıdır. Oldukça duygusal sahnelere de değinen bu günlüklerde subayın arkadaşlarının şehit olduğu olaylar, askerlerin içinde bulunduğu zor koşullar ve çölün ölümden beter olan zorlukları okuyucuyu oldukça etkilemektedir. Başlarda Osmanlı lehine olan savaş zamanla İngilizlerin lehine döner ve çölün ortasında niçin savaştığını bile bilmeyen Anadolu gençleri kanlarını çölün kızgın kumlarına döker. İşte burada Falih Rıfkı Atay hükümetin savaşı ile halkın savaşını birbirinden ayırır. Anadolu halkını kahraman, azimli ve cesur olarak anlatan yazar hükümeti iyi bir politika ve savaş stratejisi izleyememekten suçlar. Eserin en dokunaklı bölümlerinden biri, Falih Rıfkı Atay’ın neferi Mehmet’ten bahsettiği bölümdür. Bu saf Anadolu çocuğu her ne kadar adab-ı muaşeret bilmese de görevini hakkıyla yerine getiren, bu esnada ise hiçbir yorgunluk, yılgınlık ya da bıkkınlık göstermeyen birisidir. Evlendikten hemen sonra cepheye gitmiştir, bu nedenle çocuğu olup olmadığını bilmemektedir. Falih Rıfkı Atay, onun bir mektubunu resmi yollarla köyüne gönderir ama bu mektubun cevabı ancak üç yıl sonra gelir. Mehmet, gelen mektuba çok sevinse de bu mektupta onun bir çocuğu olup olmadığı yazmamaktadır. Bir süre sonra ağır bir hastalık geçiren Mehmet, doktor tarafından hava değişimi için köyüne gönderilir. Ayrılırken Mehmet, Falih Rıfkı Atay’la vedalaştığı sırada gözyaşı döker.
Falih Rıfkı Atay bu eserinde Osmanlı hükümetinin izlediği başarısız ve acemice askeri stratejileri ve politik meseleleri eleştirirken Osmanlı ordusunun yokluk içindeki durumuna, Anadolu’nun harap hâline ve Arapların Osmanlıya karşı tavır alışlarına dikkat çeker. Anadolu insanının yiğitliğini, cesaretini ve çalışkanlığını öven yazar, savaşı iki ayrı yönden değerlendirir. Osmanlı hükümeti için tam bir hezimet olan bu savaş Anadolu halkı için adeta bir kahramanlık örneğidir.