Genç bir yazarın elinden çıkmış bu kitap. Ardından o yazar tarafından yıllar sonra tekrar düzenlenmiş. İçinde sayamadığım kadar çok hikâye barındırıyor. Hepsinin ortak noktası da hikâyelerin İstanbul'da geçiyor olması. Bu kitap tek tür hikâyelerden oluşmuyor. İstanbul'un kadınları anlatılıyor, sokakları anlatılıyor, evleri anlatılıyor. Kısacası İstanbul'da ne varsa bu kitapta da o var. Ben de bu kitapta en beğendiğim sekiz hikâyeyi şimdi sizlere aktarıyorum:
İnsanlar farklı olanı sevmiyor. Farklı birini gördüklerinde ondan uzaklaşıyor. Belki de farklı olduğu için ondan korkuyor. Başını dik tutarak yürümesi onlara garip geliyor, bundan hoşlanmıyorlar. Kendinden nefret etmesini istiyorlar. Eğer isterse pes edebilir. Hatta insanlar bundan memnun kalır ama o zaman benliğine ne olacak? Asla onlara gitmemeli, onlar gibi olmamalı.
Bakmalısın, çok uzaklara bakmalısın. Kimsenin görmediklerini görmelisin. Acıları, mutlulukları, öfkeleri... Hepsini görmelisin. Bir gece kimsesizler mezarlığına gömülen kızın cesedini görmelisin. Fabrika önündeki üç kuruş için eğilen boyunları görmelisin. Gözlerinin ulaşabildiği her şeyi görmelisin.
Napoleon, Paris'te asillerin de olduğu bir toplantıya katılır. Herkes kendini tanıtırken "... oğlu, ...kardeşi" gibi ifadeler kullanır ve en sona kendi isimlerini ekler. Sıra Napoleon'a gelir. Herkesi şaşkına çeviren şu cümleyi kurar: "Ben Napoleon Bonaparte ve asalet benim adımla başlar!"
İstanbul'da Siirt'ten gelenlerin oturdu bir yer vardır. İlk göçenler orada yaşamaya başlayınca diğerleri de oraya yerleşir. Kocaman konaklarda tüm aileler birlikte kalır. Tüm işler beraber yapılır. Akşam olunca babalar işten döner, dedeler kahvehanelerden döner. Sonra ailenin büyüğü etrafında toplanılır. Ailenin büyüğü bir hikâye anlatmaya başlar. Herkes dikkatle onu dinler. Tam hikâyenin en heyecanlı yerine gelindiğinde hikâyeyi anlatan susar ve devamını yarın anlatacağını söyler. Ertesi gün yine tüm aileler aynı yerde toplanır ve hikâyeyi dinlemeye koyulur. Bu hikâyeler onları bir arada tutar. Çünkü akşam olunca eve gidip o hikâyeyi dinlemek isterler. İstanbul'un bilinmez sokaklarında kaybolmazlar.
Ölmek zordur ama haziranda ölmek daha da zordur. Her yerde yaz varken sana kış gelmesidir. Papatyalar güzel saçları süslerken onları görememektir. Her şey yeniden doğuşunu başarıya ulaştırmışken senin sonunun gelmesidir. Ölmek zordur ama haziranda ölmek çok daha zordur.
Güneş, İstanbul'un bazı evlerine hiç uğramaz. Daracık sokaklı, küçük evler hiç aydınlanmaz. Oraların insanlarının tek dertleri de o sokaktan uzaklaşmak olur. Güneşli sokaklara gitmek isterler. Çünkü onların dertleri yoktur. Oralara gitmek için evden çıkarlar ve bir daha dönmek istemezler. Onlardan geriye sadece acı hikâyeler kalır. Giderler ve aydınlık sandıkları yerlerin bir aldatmacadan ibaret olduğunu görürler ve sahte hayatların ortasında öylece kalırlar.
İnsanların ortalama değerlerde kalması beklenilir. Çünkü onları kontrol etmek kolaydır ama işler araba yarışlarında böyle ilerlemez. Onlar ortalamayı parçalayıp geçer. İnsanların beklenmedik anlarda beklenmedik şeyleri yapmaları hoşlarına gitmez ama işler araba yarışlarında böyle ilerlemez. Onlar tek bir hareketle hayatlarını değiştirirler. Ortalamanın üstüne çıkmanın büyük tehlikeleri de vardır. Sonuçta o yarışlarda ortaya kendi hayatlarını koyarlar. En ufak hata onların ve diğer yarışçıların ölümü demektir. Eğer biri ortalamanın üstüne çıkacaksa ilk adımıyla birlikte peşine ölümün de takılacağını bilmesi gerekir.
Saçlarının güzel olduğunu söylüyor kadına. Peruk olduğunu bilerek yapıyor bunu. Çünkü ona ait bir şeyin ne olursa olsun güzel olacağını biliyor. Kadın, duyduklarının yalan olduğunu biliyor ama umursamıyor, artık yalanlara da ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Öleceğini biliyor kadın. Hatta bunun çok yakında olacağından da emin. Adamsa bunu öğrendiğinde kadın kadar rahat olamıyor. Onu sadece birkaç kez gördüğü gerçeği bunu değiştirmiyor. Beklemek istiyor onu ama biliyor ki gelmeyecek.