Onlar Hep Oradaydı

Onlar Hep Oradaydı
Kitabın Yazarı:Sunay Akın Kitap Türü:Deneme Yayınevi:İş Bankası Kültür Yayınları Yayınlandığı Yıl:2002 Sayfa Sayısı:194 ISBN:9789944889230 Kitap Puanı:8.1 / 10 | Yorum: 2

Fiyat Listesi / Satın Al

YazarOkur:bedava al D&R:67,20 TL e-kitap,pdf,epub: *

8.1
Berbat Sıkıcı Ehh işte Güzel Harika
Güzel
Giriş Yap Üye Ol

Onlar Hep Oradaydı - Sunay Akın

Kitap Türü:Deneme

Puan Tablosu

Arka Kapak Bilgisi

Onlar Hep Oradaydı Özet

Eser otuz beş öyküden oluşmaktadır.

Kuşdili Kovboyları:

Hamdi Bey Kuşdili Çayır’ında Gülistan Gazinosunun sahibidir. Gazino güzel bir yerde olmasına rağmen alaturka bir havası vardır. İstanbul’da dans çılgınlığı başlayınca gazinodan el ayak çekilir. Hamdi Bey modaya ayak uydurmak için bir dans pisti kurar, caz ekibiyle anlaşır. Fakat gençler Kalamış’taki Todroi’nin bahçesini tercih eder. Hamdi bey alaturka müziğe devam etmeye karar verir. Reklam kampanyası başlatır, el ilanları dağıtır ve müşterilerin gelmesini bekler. Aniden bastıran bir yaz yağmuru buna müsaade etmez. Hamdi bey bir sonraki akşam içinde aynı harcamayı yapar, büyük bir borca girer, birçok hazırlık yapar. Perşembe sabahı hava yine kötüdür. Ertesi sabah Kuşdili Çayırı yüzlerce aynayla kaplıdır sanki. Güneş ışınları birer aynaya dönüştürür su birikintilerini… o birikintilerden birinde iste kendini gazinosundaki ağacın dalına asan Hamdi Bey’in görüntüsü vardır. Kuşdili Çayırı’nın bir bölümü Salı pazarı olarak kullanılıyor günümüzde. Hamdi Bey’in hüzünlü öyküsünü ise hiç kimse anımsamaz. O dönemlerde kovboy kıyafetli çocuklar görürüz Kuşdili Çayır’ında. Kendini kovboy sanan bir çocuklardan biri yuları iyi tutmadığı için yere düşer. Başında yumurta büyüklüğünde bir şişlikle eve gelen çocuk, dedesi tarafından ‘‘artık o Rafet’e uymak yok. Kovboyculuk movboyculuk istemem’’ Rafet gibi kovboy olmaya özenen çocuk 1938’de girdiği Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü sınavında, yüzlerce katılımcı arasında ilk beşe girse de, İstanbul’dan alınacak bir kişi olmayı başaramaz. Ve Zonguldak’ta bir maden işçisi olur. Bir gün turneye çıkan İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun yolu Zonguldak’a düşer. Salondaki izleyiciler arasında o ve çalışma arkadaşı Osman Usta’da vardır. Osman Usta her ben ne anlarım tiyatrodan dese de çıkışta şunları söyler: ‘‘Tiyatrocu ol, sana daha yakışır.’’ Genç madenci ustasının sözünü dinler ve bir daha geri dönmemek üzere ayrılır o şehirden. Marko Paşa dergisinde çalışır, gönüllü olarak şehir tiyatrosunda heykel rolünü oynar. Sabahattin Ali’nin tavsiyesiyle İpek Film’de dublajcı olur. Sonra figüranlık, bir iki küçük rol derken tiyatro afişlerine ismini yazdırır. ‘‘Mücap Ofluoğlu.’’

Kaçmak İçin Koşmayan Kızılderili:

Öykü genç bir adamın Bebek’teki evinden çıkarak koşmasıyla başlar. Her sabah Cağaloğlu’na kadar koşar, gazete bayii olan babasının dükkanına gazeteleri bırakır ve sonra yine koşarak okuduğu Robert Koleji’nin yolunu tutar. Bir gün İkdam gazetesinde Stockholm’de yapılacak olan beşinci olimpiyat oyunlarına katılmayı düşünen amatör gençlere lisans verileceği yazısının haberini görür. Stockholm’e gider. Sokaklarda kendi bayrağını arar fakat bulamaz. Ülkesinin sefaretinde alır soluğu ve kendisine yardım edilmesini ister. Altından geçtiği bayraklar arasında ‘‘ay yıldız’’ da asılır ve yüzü güler. 1500 metre yarışının son yüz metresine geldiğinde en önde o vardır. Bitiş çizgisine on beş metre kala yere yığılır. Önündeki hedefi heyecandır. Birincilik kürsüsünde ise Jim Thorpe vardır. Amerika’da coşkuyla karşılanır. Fakat rahatsız olanlar vardır. Çünkü atlet beyaz değil, bir Kızılderili’dir. Bunun önüne geçmek için yollar ararlar. Eskiden kasaba takımında beyzbol oynamasını bahane ederek sporcunun madalyalarını geri alırlar. Kızılderili atlet yıllarca mücadele eder. Yazdığı mektuplar komitede yarışlara birlikte katıldığı arkadaşı tarafından hasıraltı edilir. Daha sonra ortada bir haksızlık olduğu anlaşılır ve madalyaların geri verilmesine karar verilir. Atlet ise bu olaydan 26 yıl önce son sözlerini söyleyerek yaşam ipini göğüsler. ‘‘Madalyalarım… Madalyalarımı geri verin.’’

Manisa Tarzanı Değil, Manisa Apaçisi!...

Amerikalı sporcu Johnny Weissmuller 1924’ te olimpiyatlarda aldığı üç madalya ve 1928’de aldığı iki madalya ile toplam beş madalya kazanan ilk yüzücü olmuştur. Sporcunun güçlü fiziği ve yakışıklılığı Hollywood tarafından keşfedilir. Olimpiyattaki başarılarını bile gölgede bırakarak kısa bir sürede üne sahip olur ve onu beyaz perdede Tarzan olarak görürüz.

Manisa’yı özgürlüğüne kavuşturan Türk ordusunda bulunan Ahmet Bedevi adlı asker savaş bitiminde Manisa’da kalır. Doğayı çok sever. Ağaç diker, yeşili korumaya uğraşır. Manisa onun diktiği ağaçlar sayesinde rüzgâra ve gölgeliğe kavuşur. Halk üstünde yalnızca siyah bir şort olan uzun sakallı adamı çok sever ve kendisine hacı diye seslenirler. Bir gün Johnny Weissmuller’in oynadığı Tarzan filmi Manisa’ya gelir. O günden sonra Ahmet Bedevi’ye ‘‘Manisa Tarzanı’’ demeye başlarlar. Ahmet Bedevi’nin hikayesi ise şöyledir; evlenmek üzereyken soluğu Birinci Dünya Savaşında alır. Savaş kaybedilince Hindistan’a gider. Bir gazetede Mustafa Kemal Paşa’nın özgürlük ateşini yaktığını duyunca Kurtuluş Savaşına katılmak üzere sevdiği kadın Meral’le beraber Anadolu’ya gelir. Sarp bir kayalıktan geçerken Meral’in ayağı kayar ve uçuruma yuvarlanır. Niye çıplak gezdiği sorulunca Selahattin Eyyubi’nin Haçlı ordusuyla olan öyküsünü anlatır. Tarzan lakabı aslında yanılgıdır. Ahmet Bedevi ağaç diker, Tarzan ise ağaçları yol olarak kullanır. Tarzan avazı çıktığı kadar bağırırken, o sessizdir. Daha birçok edenden dolayı Ahmet Bedevi ‘‘Manisa Tarzanı’’ değil, olsa olsa ‘‘Manisa Apaçisi’ ’dir. MİT’in bir ajan olduğu şüphesiyle takip ettiği Ahmet Bedevi dünyaya gözlerini yumduktan sonra ondan geriye binlerce ağaç kalır.

Servet-i Fünuncular Aborijinlere Karşı!..

Bir gün Mehmet Rauf Servet-i Fünun’un kapısından heyecanla içeri girer ve elinde tutuğu broşürü masaya bırakır. Broşürde Yeni Zelanda’ya gidecek göçmenlere parasız toprak verileceği yazmaktadır. II. Abdülhamit baskısından bunalan Tevfik Fikret hep beraber Yeni Zelanda’ya gitme fikrini ortaya atar. Tüm Servet-i Fünuncular bu teklifi kabul eder. Bu tutkuları şairlerin, yazarların eserlerine de yansır. Fakat Esat Paşa’nın çiftliği satamamasıyla bu hayalleri suya düşer. Kul Mehmet Tevfik Fikret ve arkadaşlarının gitmek istediği okyanus ötesinde, Avusturalya’da yaptığı tek tekerlekli kırmızı, beyaz arabasıyla dondurma satar. Abdullah Bey’de Silver City kentinde kasaplık yaparak yaşamını sürdürür. Bu ikilinin karşılaşması ise Osmanlı’nın İngiltere’ye savaş ilan etmesidir. Bu iki arkadaş Avusturalya’ya kafa tutar. Niyetleri ise Türkiye’ye dönüp savaşmaktır. Dönemeyeceklerini anlayınca burada savaşmaya karar verirler. Avusturalya harp tarihinde bu ‘‘Broken Hill Savaşı’’ adıyla yazılır. Sadece iki Türk. Servet-i Fünuncular Yeni Zelanda’ya gitseydiler bu savaşa katılırlar mıydı gerçekten? Şuan ben de bunun cevabını düşünüyorum.

İki Tünel Arasında

Mustafa İnan’ın kendinden önce doğan altı erkek kardeşinden hiçbiri yaşamamıştır. Mustafa için de öyle düşünmüştü ailesi. Azrail kız sansında canını almasın diye kulağına bir küpe takmıştırlar. O küpe işe de yarar. Okul yıllarında dersleriyle ilgilenmez. Babası oğlu hakkında adam olamayacağını düşünür. Mustafa bey bir de sinemaya ilgi gösterince babası iyice patlar. İstanbul Mühendisler Mektebinde okurken lise öğrencilerine ders verir, matematik çalıştırır. Öğrenciler arasında bir de Jale Hanım vardır. Ömer Hayyam’a ve Jale Hanım’a tutkundur Mustafa İnan. İlgi duymadığı konu yoktur. Kızılderililere karşı oldukça duyarlıdır. Bir süre sonra önceleri soğuk algınlığı denilen fakat ateşi düşmek bilmeyen bir hastalığa yakalanır. O artık ev, okul ve hastane arasında gidip gelen bir bilim insanıdır. 5 Ağustos 1967 tarihinde, Almanya’nın Freiburg kentindeki hastanesindeki bir odada yatmaktadır. Sabah vefat eder. Yıkama işi oğluna kalır. Jale Hanım ise elinde faturalara bakmaktadır. Bilim insanı olmayı piyasaya tercih eden Mustafa İnan’ın cansız bedeni üç gün morgda kalır. Karayoluyla İstanbul’dan Ankara’ya gidenler Kocaeli’ni geçince Korutepe Tüneline girerler. Bunun bitiminde ise Gültepe Tüneli vardır. İki tünel arasındaki dört yüz metre viyadüktür. Mustafa İnan Viyadüğü. Bilimi paraya tercih eden bu bilim insanının adı paralı otoyoldaki bu viyadüğe verilmiştir.

Saray Haremindeki Amerika

Topkapı Sarayı’nın müzeye dönüştürme çalışmaları sırasında Piri Reis’in haritası sarayın harem dairesinde bulunur. Üstünde yemek lekeleri, kırıntıları vardır. Harita yemek örtüsü olarak kullanıldığını gösterir. Kolomb’un izlerinin görüldüğü bu haritanın en belirgin özelliği Piri Reis’in Küba’yı bir ada olarak değil, ana kıtanın parçası olarak çizmesidir. Kolomb Amerika’ya ikinci seyahatinde Küba’nın ada olmadığına çok inanır, hatta bir belge düzenlettirip tüm denizcilere imzalatır. Küba’nın kıta olmadığını söyleyen herkesten 10.000 maravedis sikkesi alınacağı yazılıdır. Piri Reis’in haritasındaki bazı yanılmalarda Kolomb’dan kaynaklıdır.

Kara Bahtlı Kara Bart

Karayağdı Bayırı olarak adlandırılan bu yer cellatlara ait olan bir mezarlıktır. Çünkü halk onları umumi mezarlıklarda istemez. İdam cezasının insan hukukuna aykırı olduğu gerçeği, cellatları lanetleyen bir topluma anlatılamamıştır.

Kara Bart ilk soygununu 1877 yılında yapmış, soyduğu posta arabalarına bir şiirini bırakmakla ünlenmiştir. Krem renkli uzun pardösü giyer, başını da torbamsı bir örtüyle gizlerdi. Mavi gözleri bir hayaletten farksızdır. Onunla karşılaşan posta sürücüleri itiraz etmeden para sandığını teslim ederlerdi. Kanun görevlileriyse soygun yerine geldiklerinde boş sandık içinde bir şiir bulurlardı. Kara Bart Kaliforniya çevresinde 27 posta arabası soyar ve her seferinde birbirinden kötü şiirler bırakır. Yakayı ele verdiği vakit ise omzundan yaralanır fakat izini kaybettirir. Ondan kalan bir mendil ve bere olur. Mendilde yer alan bir numara soyguncu şairi ele verir. Kentin en saygın insanlarından biri olan Charles E. Bolton’a aittir. Bolton cezaevinde geçen yıllarda yaptığı soygunlar yüzünden değil, kötü şiirler yazdığından dolayı suçlu olduğunu söyler.

Atom Bombası ve Mayo

Denize girmek 1800’lü yılların ilk yarısında yaygınlaşır. Tabii o yıllarda mayo diye bir şeyin varlığından söz edilemez. Günlük kıyafetten farkı yoktur. Bu yıllarda denize en tutkun insan Düşes Berry’dir. Yünlü kumaştan bol fırfırlı bir deniz elbisesi ve ayakkabılarıyla girer denize. Yanında ise banyolar genel müdürü ve doktoru bulunur. Süreyya Plajı’nın açılış tarihi olan 1946 yılında kadın mayolarında bir yenilik yaşanır. Fransız modacı Louis Rerard ‘‘bikini’’ adını verdiği iki parçadan oluşan mayoyu sergiler. Bikini adını vermesinin sebebi ise ABD’nin dört gün önce Pasifik’teki Bikini Adası’nda yaptığı atom bombası denemesidir. Modacı buluşun tıpkı bu bomba gibi patlayacağını düşünerek bu adı vermiştir.

Amerika’daki Susurluk

Bitlisli Zaro Ağa son nefesini verdiğinde tam 157 yaşındaydı. Dünyanın en yaşlı adamı ilan edilen Zaro Ağa Amerika’ya götürülür. Uzun yaşamın sırrına cevap olarak ‘‘çok yaşamak için çok yoğurt yemek lazımdır. Benim başlıca gıdam yoğurttur.’’ Der

Ayran denilince de, akıllara gelen yer Susurluk’tur. Bu kasaba yaşanılan bir trafik kazası ile ünlenir. Kazada bir kamyonun altına giren Mercedes, içinde ise bir milletvekili, bir emniyet görevlisi ve kırmızı bültenle aranan bir uyuşturucu kaçakçısı vardır. Amerika’nın Susurluk olayı da aslında Dalton kardeşlerdir. Suçlara karışmadan önce polis memurudurlar. Bu dört kanun kaçağı ile Susurluk arasındaki olayın farkı ise her serüven sonrasında Red Kit tarafından yakalanmasıdır. Ve kahraman da ilan edilmezler.

Bilinmeyen Bir Ay Öyküsü

John Herschel ünlü bir astronomi bilginidir. Uranüs gezegenini ve yüzlerce yıldızı keşfetmiş bir bilim insanıdır. O gün astronotun gazetede teleskopu ile yapılan yeni gözlemlerini halka anlatacağına dair yazılar yazılır. New York’lular bunu sabırsızlıkla bekler. Ertesi gün beyaz kumsallarla çevrili bir denizden, kırmızı dev renkli çiçeklerden söz eder yazısında. Meşe ağacına benzer bir bitki örtüsü arasında bizona benzer hayvanlardan bahseder. Halk hiç şüpheye düşmez, inanır. Gazete bayilerinin önünde kuyruklar oluşur. Ay’la ilgili açıklamaları çok güzel bir dil ile yazılır. Üçüncü günde ise otellerde yer kalmaz. Meraktan başka şehirlerden insanlar gelmeye başlar. Bu sefer Ay’da yarasaya benzeyen adamlardan bahseder. Yazı dizisinde bu kadar ince ayrıntılara girilmesi bilim insanlarında şüphe uyandırmaya başlar. Sonrasında ise gerçekler ortaya çıkar. Gazetede çalışan Richard Locke Ay hikayesini uydurduğunu itiraf eder. Bunun sebebi ise patronun kendisine, satışlar artmadığı taktirde işten çıkartılacağını söylemesidir. Gerçekler ortaya çıkınca yıkıcı bir tepkiyle karşılanmaz. Aksine başarılı sayılır. Yazılar kitap haline gelir. Kitap kısa sürede altmış bin satmasıyla iyi kazanç eder. Locke asıl başarının kendine yardım eden arkadaşına ait olduğunu söyler. O arkadaşı ise Edgar Allan Poe’dur.

Nazım Hikmet ve Kadın Kalbi

Kalp hastası olan Nazım Hikmet, Budapeşte seyahati sırasında rahatsızlanır. Doktor muaynesini yaptığı sırada şairin gözü masanın üstünde duran kavanoza takılır. Kavanozun içinde bir insan kalbi vardır. Etiketinden bu kalbin bir kadına ait olduğunu anlar ve etkisinde kalır. Daha sonra ‘‘Kavanozdaki Yürek’’ adlı şiiri yazar. Herkes Nazım Hikmet’in edebi kişiliğini bir kenara bırakıp aşklarından konuşur. ‘‘Kavanozdaki Yürek’’ adlı şiirinden ise büyük çoğunluğun haberi bile yoktur.

Çalılıkların İçinde Kim Var?

Apollinaire bir Fransız şairdir. I. Dünya Savaşı sırasında geride bıraktığı sevgilisine şiirler yazar. Hatta şiir yazmaktan savaşamaz. Yazılarını gönderdiği Mercure de France gazetesinin son sayısını okurken bir mermi nedeniyle yaralanır ve başı hep sargılı olarak gezinir. Herkes iyileştiğini sanırken İspanyol gribine yakalanır ve ölür. Geride altı aylık eşini, ‘’59. Birlikte’’ yazdığı şiirlerden biri de ‘‘Askerlikte’’ adını taşır. Şiirde geçen ‘‘Çalılıklar İçinde Hindiler’’ aslında ‘‘Çalılıklar İçinde Kızılderililer’’ olacaktır. İlhan Berk bir yanılgıya düşmüş olabilir. Fransız yazar François Renê Chateaubriand yelkenli bir geminin yolcusu olup gezdiği Amerika’nın doğasına hayran kalır. Kaldığı beş ay içerisinde Atala adlı bir roman yazar. Romanın kahramanı bir Kızılderili kızdır. Kitabın sonunda ölümünden yola çıkan Ressam Girodet Cenaze Alayı adlı tabloyu yapar. Bu resim günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir. Çeviriyi yapan Ragıp Rıfkı’da Kızılderililerden ‘‘Hindliler’’ diye bahseder.

Kız Kalesi’ndeki Kızılderili

Silifke’deki kız kalesinde çalışan arkeologlar insan iskeletleri bulması üzerine polise haber verirler. Araştırmacılar kafatasındaki dişlerin düzenli bir şekilde kesilmiş olduğunu görür. Bunu uygulayan tek uygarlık ise Mayalardır. Aradan aylar geçer fakat kemiklerin hangi yüzyıla ait olduğu araştırılmaz. Şayet araştırma yapılmış olsaydı Mayaların Akdeniz’e geldikleri ya da Kız Kalesi’ndeki Kızılderili ile Meksika Büyükelçisi Tahsin Maytepek!in 1937 yılında, Atatürk’e gönderdiği bilgiler arasında bir bağ olup olmadığı ortaya çıkabilirdi. Kız Kalesi’ndeki Kızılderili’nin gizemi hala korunuyor.

Kızılderililer Yeşilçam’da

Türk sinemasında Kızılderililer ilk kez Nuri Akıncı’nın yönettiği Beş Hikâye adlı filmde karşımıza çıkmıştır. Kızılderilileri saldıran, can alan canavarlar olarak görürüz bu filmde. Film ilgi görmez fakat beş yıl sonra Yeşilçam’da kovboy furyası, western film havası başlar. Birçok ünlü Yeşilçam artisti de bu filmlerde rol alır. Bu filmlerin çekildiği yer ise Pirinçli Köy ’de bulunan Ahmet Sert’in kovboy kasabası olarak kurduğu Ahmet Sahatlar’dır. Asıl mesleği kunduracılık olan Ahmet Sert oldukça beceriklidir. Filmlerde kullanılan aksesuarlar onun elinden çıkmadır.

Karl May’ in Etkilediği Çocuklar

Karl May ailenin dünyaya gelen 14 çocuğundan yaşamayı başaran 5 çocuktan birinin arasına girer. Öğretmenlik yetisi elinden alındığı yıllarda arkadaşının saatini ve piposunu çalmasıyla beraber hapishaneyle tanışır. Özgürlüğe kavuşur, özel dersler verir fakat bu sefer hırsızlık ve dolandırıcılıktan tekrar hapse girer. Dört yıl sonra bir yayınevinde çalışır, gençlere yönelik kitaplar hazırlar. Uzak Batıda kitabını yayımlar. Amerika kovboylarını ve Kızılderilileri (onları vahşi olarak anlatır) anlattığı bu kitap çok sevilir. Kitaptan kazandığı parayla Doğuya yolculuk yapar. Bir Kızılderili Almanya’ya gelince Karl May ile görüşmek ister ama mektup yazarın eşi tarafından ‘‘kocam hasta’’ yanıtıyla geri gelir. Kızılderili’nin mektubu tarihi Dresdner Anzeigers gazetesinde yayımlanır. Yerden yere vurulduğu yazının asıl sahibinin bir Kızılderili olmadığı anlaşılır. Karl May dava açar ve kazanır. Karl May birçok Alman çocuğu etkisi altına alır. Hatta bir tanesi kovboyculuk oynamayı bırakmaz, Kızılderili avına çıkar. İlerde de sevdiği yazar için bir müze açar.

Değerlendirme: 2002 yılında çıkan Onlar Hep Oradaydı kitabı bir solukta okunup bitirebilecek, bir Sunay Akın klasiği. Birbirinden ilginç hikayelerin yer aldığı kitap okurken insanı bir hayli düşündürüyor. Kitap Kızılderilileri merkezi altına almış aslında. Hiç alakası olmayan bazı hikayelerde bile sonu Kızılderililere bağlanıyor, insan okurken şaşırıyor. Kitabın içinde gerçekten çok ilginç hikayeler var. Sohbet havasında olması, akıp gitmesi de gerçekten çok güzeldi. Kitapta bir diğer sevdiğim şey ise kelime oyunlarıydı.

‘‘Dediğimiz gibi, kültürler arasındaki bu benzerlikler doğaldır. Çünkü, gökyüzü, doğa aynı doğa ve insan aynı insandır!’’

Kitapta en sevdiğim söz sanırım bu oldu. Bunun yanında çok güzel bilgiler öğrendim.

Yazan: Berfu Damla Halhallı

Onlar Hep Oradaydı Soruları ve Cevapları

Onlar Hep Oradaydı kimin eseri?

Sunay Akın

Onlar Hep Oradaydı türü nedir?

Deneme

Onlar Hep Oradaydı kaç sayfa?

194

Onlar Hep Oradaydı Yorumları

mükemmel bir kitap

20-03-2021 00:04

manisa tarzanı hikayesi lazım googleda bu sayfa çıktı ama bulamadım

23-11-2022 20:36