Maggie O’Farrell’ın Hamnet adlı romanı, Shakespeare’in (adı hiç anılmasa da) yaşamını ve ailesini merkeze alan kurgusal bir hikâyedir. 16. yüzyılın İngiltere’sinde geçen eser, hem her bir karakterin kendi yaşamı ve iç dünyasıyla ilgili yaşadığı derin acılar ve çatışmalar yönüyle bireysel hem de bir çocuğun ölümünün aile üzerindeki yıkıcı etkisi ve bu kayıpla başa çıkma mücadelesiyle evrensel bir trajediyi ele alır.
Roman, iki farklı zaman diliminde ilerler. Bir yanda Hamnet’in son günlerini anlatırken diğer yanda ailesinin geçmişine dair sahneler sunar. Shakespeare’in eldivenci babası John’la anlaşmazlığı, babasının borcunu ödemek için gittiği Hewlands’ta kendisinden sekiz yaş büyük Agnes’e (tarihte Anne Hathaway olarak bilinir) âşık olması, genç kadının Susanna’ya hamile kalması üzerine tüm itirazlara rağmen evlenmeleri, Agnes’in ikizlere hamileyken kendini mutsuz ve amaçsız hisseden kocasını Londra’ya gitmeye ikna etmesi, genç kadının ikizlerden kız olan Judith’in doğumundan itibaren hastalıklı olması nedeniyle hiçbir zaman Londra’ya gidememelerinin ardından 1596’da çiftin hayatlarının dönüm noktası gerçekleşir.
Hikâye, Judith’in hastalanmasıyla başlar. Henüz 11 yaşında olan ikiz kardeşi Hamnet evde yalnızdır ve kardeşine yardım etmeye çalışır. Annesi Agnes, tıbbi bitkilerle insanları tedavi eden güçlü ve sezgileri kuvvetli bir kadındır ancak o sırada evde değildir. Babası ise Londra’da tiyatro işleriyle meşguldür. Hamnet çaresizlik içinde aile üyelerini ararken paniğe kapılır. Agnes geldiğinde ise ölümün çok yakında olduğunu hisseder. Kızını ölümün elinden korumak için başucunda beklerken uyuyakaldığında ise Hamnet ikiz olmalarından faydalanarak tıpkı çevresindekileri kandırdığı gibi ölümü kandırmak için kız kardeşinin yatağına girer ve kısa sürede Judith hastalığı atlatır, Hamnet ise birkaç gün içinde hayatını kaybeder.
Romanın geri kalanı, Hamnet’in ölümünün aile üzerindeki etkilerini ve bu trajedinin sanatla nasıl ölümsüzleştirildiğini ele alır. Aile bireyleri, acılarını birbirleriyle paylaşmak yerine içine kapanır. Her biri yasını farklı şekilde yaşadığı için bu durum iletişimsizliğe yol açar. Agnes, kocasının Londra’da tiyatro işleriyle meşgul olması nedeniyle kendisini yalnız bırakılmış hisseder. Oğlunun ölümünden sonra bu yalnızlık daha da derinleşir ve eşine karşı bir öfke beslemeye başlar; diğer çocuklarını ise aşırı korumacı bir şekilde büyütmeye başlar ancak bu tutumu bazen çocuklarıyla olan ilişkisinde çatışmalara yol açar. Baba ise oğlunun kaybıyla başa çıkmak için kendisini daha fazla işine verir ve Londra’daki hayatına odaklanır. İkiz kardeşi Hamnet’in yerine kendisinin ölmesi gerektiğine inanan Judith, büyük bir suçluluk hissi taşır. Bu durum onun hayatına daha kırılgan ve özgüvensiz bir şekilde devam etmesine neden olur. Anne ve babasının yas içinde olması nedeniyle Susanna da ailenin diğer bireylerine özellikle Judith’e destek olma rolünü üstlenir ve bu birleştirici rol onun kendi arzularını ve hayallerini geri plana atmasına, erken yaşta olgunlaşmasına neden olur. Bu sessiz parçalanma sürecinin dördüncü yılında Agnes kocasının yazıp sahneye koyduğu ve ölen oğullarının adını taşıyan Hamlet adlı oyunun varlığından haberdar olur. Bu bilgi Agnes’in duygusal bir karmaşa yaşamasına neden olur ve kardeşi Bartholomew ile Londra’ya gidip hem kocasını hem oyunu görmeye karar verir. Oyunu izlemek Agnes’in kocasına ve onun acıyı işleme yöntemine daha fazla empati duymasını sağlar. Oyunda oğlunun adını ve karakterini görmekle Hamnet’in kocasının sanatında ölümsüzleştirildiğini fark eder. Bu, başlangıçta rahatsız edici görünse de sonunda bir tür teselli kaynağı olur. Kocası, Hamnet’in anısını yaşatmanın bir yolunu bulmuştur.
Roman sadece bireysel bir hikâyeyi değil aynı zamanda toplumsal ve tarihsel bağlamı da işler. Veba salgını, dönem insanlarının yaşamında büyük bir tehdit oluşturur ve Hamnet’in ölümü bu salgın üzerinden şekillenir. Ancak O’Farrell, vebayı bir anlatı aracı olarak kullanırken bireysel acılara odaklanmayı ihmal etmez. Roman boyunca doğanın ve bitkilerin sembolik anlamları da öne çıkar. Agnes’in bitkilerle olan ilişkisi, onun dünyayı kavrayış biçimini ve kederle başa çıkma yöntemlerini anlamamıza yardımcı olur. Maggie O’Farrell bu romanında bir ailenin en büyük acılarından birine tanıklık ederken, bu kaybın Shakespeare’in eserlerine nasıl yansıdığını kadınsal bir duyarlılıkla ortaya koymuştur.