Kitap boyunca kafasının içindeki düşüncelere tanık olup eşlik edeceğimiz başkarakter Gerhard Warlich, felsefe eğitimi almış, Heidegger üzerine doktorasını yapmıştır. Akademik geçmişine rağmen uzun zamandır bir çamaşırcıda çalışmaktadır. Gerhard Warlich karakterini okuyunca Rogers’ın gerçek benlik ve ideal benlik kavramlarını hatırladım. Gerhard Warlich olması gerektiğini düşündüğü ve olduğu konum arasında sıkışıp kalmıştır. Bu sıkışma onda değersizlik duygularını uyandırmaktadır. Ayrıca yaşam ödevlerine ve yaşamında yenilikler yapmaya karşı kaygı ve korku duymaktadır. Hatta, “Hayatı hayatın içinde gizemler olmayacak şekilde yaşamak istiyorum.” diyor.
Karakterimiz Traudel ismindeki kız arkadaşıyla uzun zamandır birlikte yaşamaktadır. Traudel ile birlikte yaşamanın iyi yanları olduğunu düşünse de insanların kendi zihinlerinde yalnız olduklarını kabul etmeleri gerektiğini savunuyor. Belli bir rutinde kendini kaderin kollarını salmış yaşamını pencere camının sınırları içerisinde git gel yapan ve pek de farklı noktalara varamamış varamayacağı da aşikar olan oradan oraya gitmenin bir anlamı olmadığını fark edince de olduğu yerden etrafı izleyen bir sinek gibi hissediyor. Hatta bu durumunu somutlaştırmak için pantolonunu balkonda çürümeye bırakıyor çünkü: “Benim yerime pantolonum orada havanın etkisiyle çürüdükçe, kadere karşı, hoş, acısız bir ilgisizliğe savruluyorum.” Diyor. Fakat bir insanın zihninin içinde olmanın da garip yanları var. Kendisini kaderin kollarına teslim etmek isteyen bu karakter bir yandan da içindeki çatışma isteyen girdaba karşı koyamıyor. Bu girdap onu bir kafede haşhaşlı muffinini yerken yakalıyor. Gerhard’ın tabağa kolunu çarpmasıyla muffinin yere yuvarlanması bir oluyor. Tüm gözler Gerhard’ın üzerine çevriliyor. Herkes ondan kek parçalarını toplamasını beklerken kendisinden beklenen her şeyi yapmayacağına yönelik bir dürtü belirir içinde ve bar taburesinden aşağıya kayarak kek parçalarını ezerken buluyor kendini.
Traudel’in çocuk isteği ise Gerhard üzerinde müthiş bir kaygı ve paniğe yol açıyor. Traudel’e bencillikten ve hatta annesine duyduğu fiksasyondan kaynaklanan bir sevgi ile bağlı olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Gerhard, bu isteğe hayır deme gücünü kendinde bulamıyor zaten yaşamda da ne istediğini ifade etmekten yana başarısız olan karakterimiz iç dünyasında bir çatışmanın eşiğinde buluyor kendini. Çocuk yapmak için evlenmek de gerektiğini ve yıllarca altında ezildiği toplumsal dayatma ve normlardan kendini uzak tutmayı başarmışken en kandırmacası olan aileye tutulmak üzere olduğunu düşünmektedir.
Sürekli gözlem yapan ve sanki çevresinde yaşam akarken kendisinin sabit bir şekilde yaşamı seyrettiği izlenimi uyandıran Gerhard, bu huyu yüzünden çamaşırhanede yıllarını verdiği işinden bile atılmıştır. Ne yapacağını pek bilmeden çok da önemsemeden başına gelen felakete tanık olmakla kalıyor. Ne iş yapacağını pek de önemsemeden bri apartman yöneticiliği işine başvuruyor. Geçmişteki arkadaşlarıyla karşılaşmaları vs. derken bir takım garip davranışları yüzünden kendisini akıl hastanesinde buluyor. Hoş gururu incinse de bu durum onda pek de farklı bir his uyandırmıyor. Çünkü mutsuzluk zamanlarında bile mutlu hissedebilmenin sırrını çözmüş bulunuyor ve bu gizi şöyle açıklıyor: “Yıllarca daha iyi bir hayata hazırladım kendimi, dedim ama beklentim hiç gerçekleşmedi. Çok uzun süre duygusal ve melankolik bir ruh haliyle sızlanıp durdum ama sonunda şunu anladım: İnsandan beklenen, mutsuzluğuyla ihtiyatlı bir ilişki kurması.”
Çok fazla olay içermeyen bu eseri bu kadar akıcı ve sarsıcı kılan karakterin gözlem gücü ve çevresinde olup bitenleri yorumlama gücüdür. Kendi zihninde bir dünyada yalnızca kendisiyle gerçek bir iletişim kurarak yaşamaktadır, Gerhard. Karakterin anlam üzerine sorgulamaları, yaşamdaki acı ve melankoliye bakış açısı ve vardığı sonuçları göz önüne alınca yazarın varoluşçu psikolojiden etkilendiğini söylemek mümkün olacaktır.