Kitapta yer alan 14 hikâye, yazarın yurt dışında geçirdiği senelerde (1930-1937) kaleme aldıkları (Zincir, Keklik, Akrep, Çıban, Güneş, Hülle) ve İstiklal Mahkemelerinde mahkûm olanlar hakkında çıkarılan genel afla ülkesine döndükten sonra (1938-1939) gurbete ait anılarını değerlendirerek İstanbul’da yazdıkları (Yara, Eskici, Antikacı, Testi, Fener, Gözyaşı, Köpek, Kaçak) olarak iki gruba ayrılabilir. Gurbet, vatan özlemi, savaş, taşra ve kadın temaları etrafında oluşturulan hikâyelerin kurgusu ve karakterleri aşağıda ayrıntılı şekilde verilmiştir:
Yara: Hikâyenin geçtiği dönemde miri rejimle idare edilen Suriye’nin kırsal kesiminde zirai bir arazi tasarruf edenler, aşiret Araplarının akınlarına karşı koymak için askeri görevle yükümlüdürler. Sultan Hamid’in Suriye’deki çöl çiftliklerinin birinde müdürlük yapan teğmenin bulunduğu yere bir akşam gazveden kaçan biri şeyh dört Bedevi sığınır. Sığınanlardan biri çatışma sırasında sol omzundan vurulmuştur. Yaralının tedavisini yaşlı şeyhi yapar. Çürük bir değnek parçasını yoğurt süzülen paçavrayla sarmasının ardından yarayı çakısıyla keserek kurşunu çıkartan şeyh, işlemin ardından yarayı kızgın zeytinyağı ile dağlar. Bu ilkel operasyon esnasında ağzından tek bir nida dökülmeyen yaralı, teşekkür babında teğmene bindiği kısrağın yavrusunu hediye olarak gönderir.
Eskici: 5 yaşındaki Yetim Hasan, annesini de kaybedince uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in sapa bir kasabasına gönderilir. Vapur ve tren yolculuğunun ardından geride kalan tek akrabasının yanına ulaşan küçük çocuk, kendini ait bu çevrede suskunluğa gömülür. Altı ay süren bu suskunluk, eve yaşlı bir ayakkabı tamircisinin gelmesiyle bozulur. Bir suç işlediği için ülkesinden kaçmak zorunda kalan İzmitli ayakkabı tamircisiyle hasretini çektiği anadili ile konuşan çocuk, adamın gitmek zorunda kalışıyla göz yaşlarına boğulur. Bu masum gözyaşları karşısında aynı sıla hasretini yaşayan ayakkabıcı da yumuşar ve sakallarından göğsüne akan damlaları engelleyemez.
Antikacı: Anlatıcı, Halep’teki bir mekânda içki içerken tanıştığı Lübnan Belediye Danışmanı zengin bir Fransız’la Antikacı Şeyh Efgani’nin evine gider. Fransız, ibrik koleksiyonu için uygun bir parça ararken antikacının açık teni, düzgün ve nazik hatları, mavi gözleri anlatıcının dikkatini çeker. Her defasında Afganlı olduğunu vurgulayan Şeyhin halleri huzursuzdur. On yıl sonra Kudüs’teki bir otelde gördüğü yüz ile anlatıcının sezgileri doğrulanır. İçeriye giren İngiliz subaylarından biri Şeyh’in ta kendisidir.
Testi: Anlatıcının, oturduğu Lübnan köyünden şehre gitmek için bindiği taksi dolmuş, uğradığı ikinci köyden su içerken gırtlağının iç tarafı bir eşek arısı tarafından sokulan genç bir yolcuyu alır. An be an fenalaşan gencin Beyrut’a yetişemeyeceğini anlayınca yolcular, doktor tabelası gördükleri büyükçe bir köyde inerler. Köyün papazından doktorun kısa süre önce öldüğünü haber alan anlatıcının elinden, gencin ölüsünü taşımaktan başka bir şey gelmez. Akşamüzeri aynı köyden geçerken de bir başka gencin suyu, tehlikeye aldırmaksızın aynı yöntemle içtiğine şahit olur.
Fener: Beni Hamra aşiretinden Ebû Ali’nin kırk yedi yıllık ömründe yolu ilk kez bir kasabaya, Rakka’ya, düşmüştür. Kasabanın büyüklüğüne, bolluğuna, kalabalığına hayran kalan Ali, Katolik Süryani bir çerçiden iki mecidiyeye Alaaddin’in sihirli lambasına benzettiği bir acibe (ışıklı kutu) satın alır. Sürmesi çekildiğinde ışık salan bu kutu üç gün sonra yanmaz olunca Badiyet üş-Şam’da bulunan “güneşi bile geri çevirme gücünde, üstün bir adam” olarak gördüğü Katırlı Süvari Birliği Kumandanından yardım ister. Kumandan, adamın saflığından yararlanarak kayan pili çaktırmadan kağıtla sıkıştırdıktan sonra karşılığında her gün iki defa, güneş doğmadan ve batar batmaz, Osmanlı sultanının ömrüne dua etmesini ister. Kumandan bir daha Ebû Ali’yi görmez çünkü bu saatten sonra Ali, feneri artık yanmaz olsa da bunun kendi kusuru olduğunu, dualarını aksattığı için başına bu durumun geldiğini düşünecektir.
Zincir: İşsiz, güçsüz, gurbet ellerinde bir başına kalan anlatıcı, erken çökmemek için dünyayı köşe penceresinden seyretmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Karşı komşusu olan Fransız subayının, günde iki kere Senegalli iri yarı, ürkütücü bir er tarafından gezdirilen Buldog cinsi köpeği Juju, öfkeli hareketleriyle anlatıcıda “Bir gün zinciri koparsa ne olacak?” kaygısını uyandırır. Sonunda bir gün korktuğu başına gelir, köpeğin zinciri zenci bekçisinin elinde kalır. Tüm hızıyla özgürlüğe koşan köpeği iki gün sonra gören anlatıcı gözlerine inanamaz. Tasalı, düşünceli gözlerle askerin yanına başından ayrılmayan köpek daha önce ondan ödü patlayan mahalleli çocukların alay konusu haline gelmiştir.
Gözyaşı: Balkan Savaşının başlamasıyla Dul Ayşe, ırz ve can korkusuyla sınıra çok yakın olan Erfiçe köyünü 5 yaşındaki oğlu Ali, 3 yaşındaki kızı Emine ve henüz kundakta olan Osman’la birlikte terk eder. Kış başlangıcı olduğundan dinmeyen yağmur ve çamur ilerlemeyi güçleştirmektedir. Yaşlı, romatizmalı, yorgun atı bu zorluğa daha fazla dayanmayıp ölünce Ayşe, üç çocuğunu da kucağına alıp kaçmaya devam eder ancak yorgunluktan bitap düşünce önce Osman’ı ardından Emine’yi yarı yolda bırakır. Türk ordusunun bulunduğu kasabaya ulaştığında ise kalan tek çocuğunun da ölmüş olduğunu fark eder. Bu kıyımdan sadece kendisini kurtarabilen Ayşe hizmetçilik yaparak hayatına devam eder ve bir daha hiç ağlayamaz.
Keklik: Çocukken ağzından dolma bir tüfekle avlandığı sırada kendi kendini yaralayarak tek gözünü kaybeden Zülfü Ağa, bunun intikamını keklik avlayarak almaya çalışır. Adını Nazlı koyduğu çığırtkan dişi keklik, kendisiyle çiftleşmek için ölüme koşan türdeşlerini umursamadan büyük bir keyifle öter. Zülfü Ağa da o ve onun gibi birçok delikanlının canını yakan eski aşığının adaşı olan kuşuyla gurur duyar.
Akrep: Hadidi denilen en iyi cins Halep yağını toplamak için bir liman kasabasına yolu düşen anlatıcı, burada yönetici olan eski sınıf arkadaşına rastlar. Bu küçük yerden sıkılan arkadaşı, anlatıcıyı bırakmaz. Onunla sürekli eski günleri yad eder, İstanbul hakkında konuşur durur. Bazen de aşiretler arasında çıkan çatışmaları yatıştırmak, arayı bulmak için gittiği yerlere yanında götürür. Oraların geleneğine göre aşiret şeyhlerinin gelen konuklara şölenler vermesi âdettendir. Yine bir gün böyle bir şölenin ardından şeyh, ziyaretçilere Ebû Akreb’in gösterisi seyrettirmek ister. Koynundan çıkardığı, vücudunda gezdirdiği akrepler tarafından sokulmayan adamın çadırında da gözü gibi baktığı bir yığın akrep yavrusu vardır. Araknofobik bir tavırla makam aracına koşan anlatıcı, önüne çıkan şeyhten adamın sadece bir kere akrep tarafından sokulduğunu onda da hayvanın sokar sokmaz öldüğünü öğrenir.
Köpek: Bir kabahat işleyip yabancı illere düşen, kâğıttan çiçekler ve kul hüvellâhü yazılı tabaklar satarak geçimini sağlamaya çalışan Osman, kendi gibi yalnız, kimsesiz, ilgi ve şefkate aç bir köpekle kısa sürede dost olur. İki yıllık bu dostluk Osman’ın jandarmalarca serseri ve yabancı görülerek güneydeki bir komşu ülkeye gönderildiği gün sona erer. Veteriner belgesi olmadığından sınırdan geçmesine izin verilmeyen köpek açlığın, susuzluğun, yorgunluğun, güçsüzlüğün en çok da umutsuzluğun etkisiyle dünyaya gözlerini yumar.
Çıban: Dost iki Arap emiri arasındaki gazvelere son vermek için Yemen Valisi ve Kumandanı İzzet Paşa tarafından Hadramut hududuna gönderilen bir subay, on iki günlük yolculuktan sonra ulaştığı bölgede üç-dört yıl önce yağan yağmur suyunun bir sonraki yağışa kadar kullanıldığını dehşetle fark eder. İçilen, hurmalıklara akıtılan bu su öyle çürümüş, kurtlanmış, kokmuştur ki burada gezen sinekler soktuğu yeri çıbana çevirerek bütün yüzü tanınmaz hale getirmektedir. Subay da kısa sürede bu sinek ısırığından nasibini alır. Bir kocakarı tarafından geleneksel yöntemlerle tedavi edilen subayın şakağında eski bir yanığa benzeyen küçük bir kırışıklıktan başka bir iz kalmaz.
Kaçak: 1916’da Muş’un Rusların eline geçmesiyle birlikte kıtasıyla birlikte Rus İmparatorluk Ordusuna esir düşen şimdiki Ebû Hemal Kaymakamı, ülkenin iç tarafındaki kampa götürülürken kaçar. Kaçışının yetmiş ikinci günü ufak tefek olan Kırgız atı açlıktan ve yorgunluktan düşüp ölür. Dondurucu soğukta yola yaya devam eden kaçak, Sibirya’daki Kıryurd adlı kasabaya ulaştığında takati tamamen kesilmiş bir şekilde bir evin önüne yığılır. Pomeranya’dan esir alınarak oraya sürülen sivil Alman ailesi, genç askeri evlerine alarak yedirip, içirip, yatırırlar. Sabaha karşı ise Ruslar tarafından yakalanıp kurşuna dizilme korkusuyla içine yiyecek ve öteberi koydukları bir torbayla aceleyle uğurlarlar. Gücünü az da olsa toplamış olan asker oradan Çin’e, ardından da Amerika yoluyla ülkesine gitmeyi başarır.
Güneş: Gençliğinde hünkâr yaveri olan anlatıcıya, iki heybe dolusu altını Fellaha Aşireti Reisi Emir Sadun’a teslim etme görevi verilir. Ejderi Bahrî adlı vapurla İstanbul’dan ayrılan yaver, Yemen’e ulaştığında Fellaha’yı tanıyıp bilene rastlamaz. Haftalarca süren araştırmalardan sonra bulduğu kılavuzla bir devenin sırtında yola çıkan genç görevli, granit dağlar arasından geçtiği, aslan saldırılarına, maymun baskınlarına uğradığı, ilkel kabilelerle vuruştuğu, sıcaklıktan ve yorgunluktan kendinden geçtiği uzun bir yolculuktan sonra karşısına çıkan vahada yaşlı emir tarafından el üstünde tutulur. Hurma rakısının tadına bakar, yelpaze sallayan halayıkların yanı başında egzotik dansları izler, durmadan tüten buhurdanlıklar arasında yer, içer. Bu peri masalı kırk gün, kırk gece sürer. Subayın hikâyeyi anlattığı kişilerden biri bunların sadece güneş çarpmasının etkisini olduğunu söyler. San’a’daki doktorlar da gence öyle söylemişlerdir ama aradan yıllar geçmesine rağmen subay, hala yaşadıklarının gerçek mi hayal mi olduğuna emin olamamıştır.
Hülle: Anlatıcı yirmi yaşındayken sürre kâtibi olan babası ile Mekke’ye gitmek üzere yola çıkar. Şam’daki son gününde yollarda vakit geçirmek için dolaşan gencin dikkatini, etrafında dönüp dolaşan çarşaflı ve yaşlı kadın çeker. Gencin yabancı olduğunu fark eden kadın, onu akşam misafirliğine davet eder. Yaşının verdiği toylukla daveti kabul eden anlatıcı, kadının peşinden birbirine benzeyen sokakları geçerek tipik bir Şam evine girer. Eve geldiklerinde onları genç bir kadın karşılar. Genç kadının arzusu üç talâkla boşandığı kocasıyla yeniden evlenebilmek için onu bir gece için nikahına almasıdır. Kadının üzgün ve perişan hali karşısında çaresiz kalan anlatıcı, kiralık teke olmayı kabul eder. Sabahın ilk saatlerinde ise tek gecelik zevcesini boşayarak o gecenin hatırası olan altın bir saatle oradan ayrılır