Pınar Kür’ün gazetede gördüğü bir haberden yola çıkarak on beş yıllık süreçte şekillendirdiği, 1979 yılında ilk kez yayımlanan ve 1986’da sinemaya uyarlanan romanı. İç monolog ve diyaloglarla kurulu, bilinç akışı -ilk iki bölüm- tekniğiyle yazılmış kitabın üç ana bölümünde, üç farklı anlatım dili ile çeşitli sınıflardan çeşitli ağızlar konuşturularak temsiliyet konusunda geniş bir spektrum sağlanıyor. Farklı fontların varlığından ve noktalama işaretlerinin kullanılmaması ya da kullanım şeklinden, farklı karakterleri konuşturduğunu anlayabiliyoruz. Ayrıca ilk bölümdeki her paragraf başında yer alan “Tık. Kalem kırıldı. Gözünü kırpmadı. Sanki kokumu duyuyor.” cümlesiyle laytmotif unsuru kullanılıyor.
Olaya ilişkin gazete haberiyle başlayan ve yazarın, eseri müstehcenlik iddiasıyla yargılayan mahkemeye yazdığı savunma metniyle biten kitap; Faik İrfan Elverir’in Gece Yarısı Düşünmeleri, Melek’e Hücrede Gelenler ve Yalçın’ın Yazdıkları adıyla üç ana bölümden oluşuyor.
Olaylar İstanbul’un en eski ailelerinden birine mensup olan Hüsrev Ebruzade’nin yalısında ölü bulunmasıyla başlar. Sanıklar ise genç karısı Melek ve aşığı olduğu iddia edilen Yalçın’dır. Melek’in nihai karar verilen duruşma salonundaki suskunluğu üzerinden geriye dönüşler ile olayın içyüzü, sırasıyla üç farklı ağızdan anlatılır.
Birinci bölümde; muhalefet şerhine rağmen Melek’i idama, Yalçın’ı ise ömür boyu hapse mahkûm eden kararın altında imzası bulunan başhâkim Faik, verdiği kararı, kadın düşmanlığının tüm zehriyle aklamaya çalışır.
Ağır ceza başhâkimi Faik İrfan Elverir. Gecekondu mahallesinde bir çocuk. Babası inşaat işçisi. Annesi evlere çamaşıra giden bir gündelikçi. Kokuyormuş Faik. Öyle diyorlar. Yoksulluğun kokusu mu o? Ya da işçi sınıfının? Ercan var bir de. En yakın arkadaşı. Belki de tek. O kokmuyor. Gecekonduda da oturmuyor. Evi bir başka, ötekilere benzemiyor. Faik sırf o eve girebilmek için yardım ediyor Ercan’a. Ama kokuyormuş ya. Bakkal kızı olmaktan avukat karısı olmaya terfi eden anne diyor bunu. Kokuyor diye kovuyor. Sonra büyüyor Faik. O içi halılarla bezeli iki katlı ev gibi bir eve sahip olmayı avukat olmakla bağdaştırıp hukuk fakültesine giriyor. Gönlünün düştüğü Gülşen’in gözlerine dahi bakamadığı kantinde, garsonluk yaptığı sırada arkadaşlarından topladığı bahşişlerle okuyor. Babası inşaattan düşüp ölmüştü Faik’in. O da inşaatın sahibinden kan parası almıştı. Annem, demişti. Biçare kardeşlerim, demişti. Küçücük yaşta. Ama koynuna sakladı. Göstermedi kimselere. Onunki de açıkgözlülük yani. Öyle miydi gerçekten? Belki de umut. Kurtaracaktı kendini çünkü. O kokuşmuşluktan kurtulmayı bir tek kendine reva görerek, sadece kendini kurtardı. Beddua ede ede, koca bir nefretle. Bir tek o hak ediyordu o pislikten çıkmayı, başkası değil. Annesi değil, kardeşleri Rukiye ya da Aysel de değil. Sadece kendisi. Onlar fabrika köşelerinde sürünmeye devam edebilirlerdi. Hatta Aysel veremden ölebilirdi bile. Onlar hak etmemişti. Faik’in hakkıydı gitmek.
İstanbullu okumuş hukukçu, taşraya hâkim olduğunda yörenin nüfuzlu ağası ona kızını vermez mi? Verir elbet. Nihal. Daha on beşinde. Nihal’in aşığı mı vardı? Ali. Gizliden severlermiş birbirlerini. Ya şoför? Onunla da mı yatmıştı yoksa?
Ağır ceza başhâkimi Faik İrfan Elverir. Artık ezilen değil ezen, hayatının ucundan kıyısından geçmiş tüm kadınları kötü yolda olmakla ve zayıflıkla suçlayan bir mizojin. O gün kalemi kırıp da Melek için idam kararını verdiğinde, ceza almasını istediği Melek değil Nihal’di belki de. O kalem, Nihal için kırılmıştı.
İkinci bölümde; Melek suskunluğunu anlatır. Henüz yirmisinde. Evin yatalak hanımına bakmak için geldiği konakta, hanımın ölümüyle altmışlı yaşlarındaki oğul Hüsrev’in sapkınca davranışlarına maruz kalıp nikahlı karısı olduğunda on altısındaydı. Hüsrev yurtdışında okuduğu sırada tanıştığı Josette’nin, annesinin tavırları nedeniyle gitmesi yüzünden, yine annesinin zoruyla evlendiği Meliha’nın intiharına sebep olur. Sonrasında ise Melek’in bedeninde Josette’yi yaşatmak ister; onun giysileriyle, onun davranışlarıyla. Melek’in zorla birlikte olması için eve erkek getirdiğinde, annesinin yatağında olanları, annesinden intikam alırcasına izler.
Melek’in annesiyle üvey babası kapıcı. Karşılığında para alıp susup gitmişler, kızlarını bir zalimin eline bırakmışlar. Zalimlerden kurtulmanın yolu var mıdır ki, kaçmayı bile düşünmedi. İlk gün yalnızca. Öldürmek istedi kendini. Korktu, yapamadı. Sonra direnmekten vazgeçti. Annesinden gelen bir erkek algısı var nihayetinde; gündüz döver, gece bağırtır. Sürekli “kulun kölen olam” diyen de annesi değil miydi zaten? Normali bu. Üvey baba dayağından daha mı kötü yaşadıkları? Köyde dedesinin söylediği türküyü anımsıyor ara ara. Bir tek o gelsin kurtarsın istiyor. Ona zarar vermeyen tek erkek, o varmış hayatında. Sevmek mi? Dedesinin dilindeki o türküymüş meğer.
Üçüncü bölümde; suç ortağı olduğu iddia edilen Yalçın, Hüsrev’i neden öldürdüğünü anlatır. On yedisinde. Annesi kalfa, babası bahçıvan. Kalburüstü bir lisede öğrenci, üstüne üstlük parasız yatılı, bir de solcu. İçine doğduğu ekonomik ve toplumsal şartların kurbanı olarak gördüğü Melek’i önce kaçmak için ikna etmeye çalışsa da başaramayınca gördüğü tek zorbayı öldürerek onu kurtarabileceğini sandı. Ona göre cinayet işlemek değildi bu, o yalnızca Melek’i kurtaracaktı. Melek de ister zannetmişti ama öyle olmadı. Sevdiği için değildi yaptıkları. Sahip olma güdüsü de değil. Ya da öyle miydi? Yoksa diğerleri gibi o da neden yatmıştı Melek’le?
Koskoca bir mahalle bu suça ortak olmuştu, susarak dahi olsa. Nikahlı kadındı ya ne de olsa, kocası istediği gibi kullanabilirdi kadını, kimseye düşmezdi karışmak. Herkes göz yummuştu. Yüzyılların birikimiyle gördükleri yoz düzene boyun eğmeye alışmış bir insan sürüsü. Suç toplumsallaşmıştı işte.
Dedesinin Melek’e türküler yaktığı köydeki ağaca çok benzeyen, dallarından düşmesiyle tanıştığı ak çiçekli manolya ağacının altına gömüyor cesedi Yalçın. Melek’in yeniden doğmak ister gibi sığındığı o ağacın altında, onun gözlerinin önünde bir ölüm filizleniyor. Her şey başladığı yerde son buluyor.
Önceleri yok hükmünde bir önemsiz, sonra keşfedilmesi gereken bir yabancı, daha sonraları gerçeğin bir simgesiydi Melek. O simge; düşünmeyen, baskı ve zorbalığı yaşamın doğal bir parçası olarak gören zihniyetti. Bedenden ibaret bir nesneye dönüştürülen Melek; ezilen, sömürülen, kurtarılması gerekendi. Öldürülmek istenen ise zorba düzenin ta kendisiydi.
Yazan: Ceren GÖL
Asılacak Kadın Soruları ve Cevapları
Asılacak Kadın kimin eseri?
Pınar Kür
Asılacak Kadın türü nedir?
Yerli Romanlar
Asılacak Kadın kaç sayfa?
152
Asılacak Kadın Yorumları
bir kerede okuyup bitirdim çok güzel bir kitaptı
19-10-2021 19:41
sağolun özet ödevimi yapmama yardımcı oldunuz
01-12-2022 22:42
bu kimin eseri yazar hakkında bilgi bulamıyorum
28-07-2023 19:23
çok eski bir kitapmış ben yeni diye aldım ama içeriği çok güzeldi