Teresa Zaromb, babasının Birinci Dünya Savaşı için gittiği Doğu Prusya’da öldüğünü öğrendiğinde henüz altı yaşındadır. Anne tek başına büyüttüğü kızıyla bir yandan Anin’deki Amerikan Kızıl Haç Cemiyeti personeline yemek yaparak bir yandan da Amerikalı Mr. Bantam’la yaşadığı gizli ilişkiyle hayatta kalmaya çalışmaktadır. Ancak bu durum uzun sürmez. Mr. Bantam’ın aniden ortadan kaybolmasıyla maddi sıkıntıya düşen genç anne, kızını da yanına alarak Wolomin’de hayat kadınlığına soyunur. Teresa’nın baba özlemini gidermek amacıyla yaptığı bazı davranışlar sonucunda buradan da ayrılmak durumunda kalırlar. Ana-kız yıllar içinde pek çok şehir ve ev değiştirir, yaşadıkları garip olaylar birbirini kovalar. Annesinin para kazanmak, daha iyi imkanlara kavuşmak için verdiği mücadeleye tanık olmasına rağmen Teresa’nın kalbinde sadece hiç görmediği babası vardır. Bir de babasının annesine âşık olduğu yaşta tutulduğu Mihail. Almanya’nın Varşova’yı işgaline karşı oluşturulan yeraltı teşkilatının üyelerinden Mihail’in izini bir gün aniden kaybetmesine rağmen yine de Marşalkowski Caddesindeki gizli Vronek grubunun propaganda evraklarını taşımaya devam eder. Ne gettodan kaçmaya çalışırken sokak ortasında öldürülen Yahudiler, ne gelişigüzel yapılan baskın ve tutuklamalar, ne saat sekizde başlayan sokağa çıkma yasağı umurundadır. Hastalığıyla birlikte arasını düzeltmek için çabaladığı annesini kaybetmesiyle de Sliska Sokağındaki evinde içten içe hiç gerçekleşmeyeceğini bildiği hayallerine gömülür. Karısının ve çocuğunun ölümüyle yalnız kalmış Kapıcı Karbonski’nin desteğiyle dış dünyaya kapalı bir hayat süren Teresa bir yaz günü Vronek Grubundan genç bir oğlanın ziyaretiyle tekrar hayata döner. Ondan öğrendiği kadarıyla Mihail yaşıyordur. Mutluluk sarhoşluğuyla, çocuğun verdiği evrakı müzik notalarının yer aldığı almanağın içine saklayarak evden çıktığı esnada iki Alman askeri tarafından zorla bir kamyona bindirilerek Gestapoya götürülür. Ondan öğrenilmek istenen, cesediyle yüzleştirildiği Mihail’i nereden tanıdığı ve en son ne zaman gördüğüdür. Aldığı yanıtlardan tatmin olmayan subayın gözüne birden koltuğunun altındaki almanak takılınca Teresa bayılacak gibi olur. Fakat sayfaları karıştırırken Beethoven’in 9. Sonatına denk gelen subayın duygulanması Teresa’yı mutlak ölümden kurtarır. Yıllarca dehşeti yaşamış insanlarda görülen kayıtsızlıkla beş yıldır işgal altındaki bu kenti terk etmeye, çocukluğunun geçtiği ve annesinin yattığı Anin’e gitmeye karar verir. Ancak uzun süre önce borsa tellallığı yoluyla Alman subaylardan yeraltı örgütleri için silah toplamış komşusu Kazimir Paplawski’den Rus ordusunun Anin’de olduğunu ve Prag kapılarına yaklaştığını dolayısıyla Anin’le Varşova arasındaki demiryolu irtibatının kesildiğini haber alır. Planını ertelemek durumunda kalmasının ardından yeniden evindeki küçük dünyasına gömülen Teresa 1 Ağustos 1944’te, Armia Krajowa (Halk Ordusu) Komutanı General Komorowski’nin emriyle başta Paplawski olmak üzere tüm erkeklerin silahlanarak tüm Varşova’da aynı anda başlayan isyana katıldığını görür. Karbonski ve Paplawski’nin yönlendirmesiyle kadınların ve çocukların dolduğu sığınakta kısa bir süre durduktan sonra gördüklerinden dehşete düşerek yeniden evine döner. İçi büyük bir yaşama arzusuyla dolu yirmi altı yaşındaki bu kadını yeniden hayata döndüren şey ise bir öğlen vakti avluda gördüğü, Asyalı olduğu için kimsenin dokunmadığı Alman askeri Melekof’a ilk bakışta başlayan aşkı olur. Günlerini, herkesin Asya adıyla seslendiği, Sliskalılarla birlikte savaşan bu genç adama tutkuyla bağlanarak geçiren Teresa 2 Ekim 1944’te gerçekle yüz yüze gelir. Ayaklanma başarıya ulaşamamış, Alman askerleri tüm Varşova’yı yeniden ele geçirmiştir. Askerlerce götürülmeden önce üzerini değiştirmek isteyen Teresa odasına girdiğinde Karbonski’yi görür. Yıllardır deli gibi tutkun olduğu genç kadını Asya ile sevişirken görünce sarhoş olana kadar içmiş bu adamın konuşmasına daha fazla tahammül edemeyen Teresa, sırtında Alman üniformasıyla Asya’yı ve yanıp yok edilen sokağı arkasında bırakarak Alman askerlerinin peşinde diğer isyancılarla birlikte yola düşer.
Türkiye Türkçesiyle yazan Kırımlı bir yazarın II. Dünya Savaşı esnasında Varşova’yı bir Polonyalının gözünden aktarması yönüyle oldukça değerli bir eserdir Ölüm ve Korku Günleri. Daha çok Kırım anlatılarıyla tanınan Cengiz Dağcı bu eseri çok sevdiği eşi Regina Barbara Kleszko ile tanıştığı günler anısına yazmış ve ona ithaf etmiştir. Bilindiği gibi 1941’de Almanlara karşı savaşırken esir düşüp Ukrayna’daki Kirovograd Kampına götürülmesinin ardından kısa bir süre sonra Almanların bazı esirlerden oluşturduğu Türkistan lejyonuna katılan Dağcı, Polonya’da tanıştığı Regina B. Kleszko ile 53 yıl sürecek bir hayatı paylaşmıştır.