Adından da anlaşılacağı üzere bu kitap gezginlerin okuması için harika bir eser. Metro, otobüs gibi uzun süren yolculuklar için tasarlanmış gibi bu kitap, içi kısa öykülerle dolu. En uzun öykü sadece üç sayfadan oluşuyor. İçerdiği anlamlarsa kısalığının tam tersi. Basit gibi görünen bir öykü bile aslında sayfalarca anlam taşıyor içinde. İşte tam da bu yüzden gezginlerin kitabı olduğunu söyledim. Birkaç öykü okumanız size gün boyu düşünecek bir şeyler veriyor. Kitabın az sayfalı olması da uzun süre oradan oraya sürüklenip yıpranmasına engel oluyor. Hikâyelerin tek bir konuda olmayışı da sıkılmadan ilerlemeyi kolaylaştırıyor. Şimdi içinden seçtiğim sekiz hikâyenin özetini sunacağım size:
Kadim bir ustanın elinden çıkmış bir heykele sahip bir adam varmış ama bu heykelin öneminden habersizmiş. Bir gün bir adam gelmiş ve o heykeli bir gümüş karşılığında satın almış. Ertesi günlerde heykeli satan adam şehre indiğinde bir dükkânın önünde büyük bir kalabalık olduğunu görmüş. Oradaki insanlar yapılmış en güzel heykeli görmek için bekliyormuş. O da merak etmiş ve iki gümüş vererek içeri girmiş. Karşısındaysa bir gümüşe sattığı heykel duruyormuş.
Çok zengin bir adamın çok eski bir şarabı varmış. Onu kimseye vermeye layık görmezmiş. Ne vali ne piskopoz ne prens ne de yeğenin düğünü şarabı açmak için yeterince önemli gelmemiş ona. Yıllar geçmiş ve adam ölmüş. Cenazesinde de diğer şaraplarla birlikte bu şarap da köylülere ikram edilmiş. Hiçkimse de içtikleri şarabın özelliğinin farkında değilmiş.
İki istiridye kendi aralarında konuşuyormuş. Biri çok ağrısı olduğundan yakınıyormuş, diğeri de çok rahat olduğunu söylüyormuş. Bunu duyan bir yengeç acı çeken istiridyenin içinde çok güzel bir şeyin var olmakta olduğunu söylemiş.
Bir gün güzellik ve çirkinlik birlikte denize girmiş. Önce çirkinlik kıyıya ulaşmış ve güzelliğin giysilerini giyip gitmiş. Güzellik de kıyıya ulaştığında çaresizce çirkinliğin giysilerini giymiş. O günden sonra da insanlar ikisini birbirine karıştırır olmuş. Onları sadece dikkatli bakanlar ayırt edebilmiş. Çünkü giysiler gözlerini gizlemiyormuş.
Kırsaldan panayıra güzel bir kadın gelmiş. Tüm erkekler onun etrafında pervana olmuş. Kız bundan rahatsız olmuş ve onları azarlayarak göndermiş. Evine dönerken hepsinin terbiyesiz ve kaba olduğunu düşünmüş. Ertesi yıl kız yine o panayıra gitmiş. Bu defa hiçbir erkek ona yaklaşmıyormuş. Panayır bittikten sonra evine dönerken yine tüm erkeklerin terbiyesiz ve kaba olduğunu düşünmüş.
Üç adam uzaktaki beyaz bir evi seyrediyormuş. İçlerinden biri orada yaşayan kadının tam bir cadı olduğunu söylemiş. Diğeri orada kendini hayallerine adamış masum bir kadının yaşadığını söylemiş. Sonuncusu da o kadının köylülere eziyet eden kötü biri olduğunu söylemiş. Aralarında anlaşmayı başaramayınca oradan geçen birini durdurup o evde yaşayanın nasıl biri olduğunu sormuşlar. Adam da o kadının seksen yıl önce öldüğünü söylemiş.
İki şair yazdıkları şiirler üzerinde konuşmaya başlamış. Birinin şiiri çok uzunmuş ve onunla gurur duyuyormuş. Diğerinin şiiriyse sadece sekiz mısraymış. İki bin yıl sonra o sekiz mısra insanların dilinden düşmez olmuş. Diğer şiirse bir kitabın içinde kalmış. Unutulmamış ama kimse tarafından sevilip okunmamış.
Bahçesinde çok fazla nar olan bir adam onları toplamış ve evinin önüne insanların ücretsiz alması için koymuş. Ne yazık ki kimse almamış. Sonraki yıl adam yine narları toplamış ve evinin önüne koymuş ama bu defa gümüş karşılığında satma kararı almış. Bu kararı işe yaramış, insanlar nar almak için onun evine akın akın gitmiş.