Tüm hüzünlerini çikolatayla kaplamaya karar vermişti kadın. İlk olarak anne ve babasının gidişinin acısını kapladı çikolatayla. Sonra o çok sevdiği kişiden ayrılmanın acısını... Her gelişinde ona bir kutu çikolata getirirdi. O gün de getireceğini düşünüyordu kadın. Aldığı bir telefonsa öyle olmayacağını göstermişti ona. Üstünü değiştirdi dışarı çıkmak için. Bolca hüznü vardı ama evde hiç çikolata kalmamıştı.
İstanbul'daki bir seminere davet edilmişti Oktay. Başta gidip gitmemek konusunda kararsız kalmıştı. Seminere katılacakların ismine göz atarken onun ismini gördü: Profesör Özdem Atmaca... Büyük bir heyacanla telefonuna sarılıp seminere katılacağını haber vermişti. Üniversitede aşık olduğu kızı görecekti yıllar sonra. Kendisi evli ve bir çocuk babasıydı ama amacı sadece onu görmekti, daha fazlası değil. Otele ulaşıp seminer için giyinmeye başladı. Seminer salonuna ulaştığımda çoğu eski arkadaşı da oradaydı. Onlarla sohbet ederken seminer başladı. Sıra Özden'e gelince hayranlıkla onu izlemeye başladı. Sonra söylediği şeylere dikkat edince eski Özden'den eser kalmadığını fark etti. Seminer çıkışı konuştuklarında düşüncesi resmen doğrulanmıştı. Demet'e dönmek istediğini fark etti o anda. Odasına çıktı ve valizini aldı, sevgili eşine kavuşmak için hazırdı.
Özel bir akşam yemeğine çıkmıştı kadın. Denize yakın masalardan en köşedekine oturmuştu. Gözlerini kapatıp açtığında karşısında onu gördü. Karşısında oturan adam bir bebeği alıp ona uzattı ve doğum gününü kutladı ama onun doğum günü değildi ki o gün. Yalnızsın yine, dedi adam. Annemle senin aranda seçim yapmak zorunda kaldığımda yalnızlıkla tanıştım, demek istedi ama vazgeçti kadın. Adam kalktı ve geldiği gibi gitti. Tam yemeğe geçeceği sırada karşısına o çıktı. Birden her şeyine karışmaya başladı. Kadın buna daha fazla dayanamayınca elindeki siyah sirkeyi adamın üstüne döktü. Bunun üstüne adam gitti. Balığı geldiği sırada yalnız olmadığını hissetti kadın. Yine küstah tavırlarıyla o karşısındaydı. Bulduğu her açıkta tembellikle suçladı kadını. Sonra birden kalktı kendine oturacak yeni bir masa aramaya başladı. Kahve siparişi verdiği sırada şair oturdu kadının karşısına. İltifatlar edip şiirler okudu ona. Sonra da kayboluverdi. Restorandan ayrılacağı sırada tüm erkekleri hayatından göndermiş olmanın hafifliğini hissetti kadın. O artık özgürdü.
Uyandığında terden sırılsıklamdı Zeyno. Mustafa'yı uyandırmamaya çalışarak yataktan indi ve banyoya gitti. Yüzünü yıkayıp odasına geri döndü. Yatağının üstünde canlıların en çirkini duruyordu. Kuyruğunun ucundaki zehri boşaltmaya hazır bir şekilde Mustafa'ya doğru gidiyordu. Kendini tutamayıp çığlık attı Zeyno. Mustafa uyandı ve tahta tokmağı alıp akrebi öldürdü. Zeyno, korkuyla gözlerini açtığında yatağının ortasında kocaman kapkara bir kan lekesi gördü. Akrep öldürmenin uğursuzluk getirdiğine inanırdı Zeyno. Ölen akrep, öldürenden de öldürenin yedi kuşak yakınından da öcünü almadan rahat bırakmazdı. Mustafa'nın ölüm haberi geldiğinde akrebin öcünü almaya başladığını anlamıştı Zeyno. Kimse onu kocasını akrebin sokmadığına, kamyonun altında kaldığına inandıramamıştı. Kırk gün yas tutulduktan sonra Zeyno, Mustafa’nın kardeşi Hasan'la evlendirildi. Bir süre sonra da hamile kaldı ama hâlâ akrebi aklından atamamıştı. Herkes bebek doğunca düzeleceğini düşünüyordu. Zeyno, akrebin Hasan'ın kılığına girdiğini ve içinde bir bebeğin değil akrebin büyüdüğüne inanıyordu. Bir oğlan doğurmuştu Zeyno. Oğluna süt bile vermek istemiyordu. Hem akrebin yavrusuna ne diye süt verecekti ki? Odada yalnız kaldıkları bir gün içinden bebeğini sevmek geldi. Kucağına alıp onu incitmekten korkarak dikkatlice sevdi. Sonra birden çığlık atıp yataktan çıktı. Akrep geri gelmişti. Birden üstüne atıldı ve Mustafa'nın yaptığı gibi o iğrenç yaratığı öldürdü. Bembeyaz çarşaf yine kan olmuştu. İnsanlar çığlık atarken o, düşmanını öldürmenin sevinciyle gülerek kanlı çarşafı yıkamaya gitti.