Adile, babasıyla beraber kasabada Gerence yazılı virane bir balıkçı teknesinde yaşamını çöp toplayarak sürdürüyordu. Adile annesini hiç tanımamıştı, kendini bildi bileli babası vardı. Hoş babası da babalık etmezdi, ona. Kasabalılar ise Adile’yi ifrit belledi. Yaşanmış bütün günahların, uğursuzlukların bedeli Adile’ye yüklendi. Oysa Adile bu günahların sorumlusu olmaktan çok kurbanıydı. Bir gün Gerence’nin üstünde siyah dumanlar belirdi. Kasabalı koşsa da söndürmeye yetmedi kimsenin gücü. Kılını kıpırdatmayan bir tek Adile vardı. Uzaktan çocukluğunu çalan onun sırtına kabuğu ilk vuran adamın yanışını izledi, yanık et kokusunu içine çekti.
Birkaç ay sonra dayanılmaz mide bulantıları ile sarsıldı Adile, birkaç ay daha sonra da oğlunu aldı kucağına. Bir gece memelerinde süt kalmayınca Adile’nin attı kendini sokaklara. Yavrusu son nefesini vermeden bütün kapıları çaldı. Kimi kapılar hiç açılmadı, perdelerin arkasındaki gölgeler sessiz kaldı. Kimi kapılar da yüzüne kapandı Adile’nin. Çeşmenin başına oturdu Adile derken memeleri birden sütle doldu. İşte bu bir mucizeydi. Adile o anda karar verdi senin adın İsrafil olsun diye fısıldadı oğlunun kulağına.
Adile, oğluyla oynarken kulaklarının duymadığını fark etti. Kaptığı gibi İsrafil’i sağlık ocağına vardı. Doktor baktı gerçekten de sağırdı, dilsizdi İsrafil, ahrazdı…
Ne olduysa o gece olmuştu. Adile kapı kapı yardım ararken kasabalının vicdanının sessizliği İsrafil’in de sesini aldı. Adile kendi lanetini oğluna da bulaştırdığı için vicdan azabı duyuyordu. Oysa Adile miydi, lanet? Kötülük laneti değil miydi asıl herkesi sağır, dilsiz bırakan.
Terk edilmiş yıkık dökük bir evde yaşıyordu Adile ve İsrafil. Anlaşabilmek için on kelimeyi geçmeyen bir dil geliştirdiler. Adile laneti daha fazla İsrafil’i sarmasın diye uzak tutuyordu oğlunu kendinden odasını bile ayırmıştı, derme çatma evde. İsrafil kendini bilir bilmez toplayıcılığı devralmıştı annesinden. O da tıpkı annesi gibi bir kabukla doğmuştu, herkesin baktığı kimsenin görmediği, onu diğerlerinden ayırmaya yarayan bir kabuk. Fakat İsrafil annesi gibi umutsuz değildi. Kabuğunu attı, kendine dostlar edindi. İlk olarak Mavi adında bir köpek, kasabada yaşayan marangoz Yusuf dostu oldu, İsrafil’in.
Yusuf ile İsrafil arasındaki diyaloglar beni oldukça etkiledi. İsrafil’in Yusuf’un anlattıklarını dertlerini kulağıyla duyamasa da yüreğiyle duyuyor, diliyle cevap veremese de gözleriyle onu anladığını belli ediyordu, Yusuf’a. Günler böyle gelip geçerken karşı adadan kıyılarına vuran iki yabancıya yardım eli uzatmalarıyla kasabadaki kötülük yeniden canlanıp ete kemiğe büründü. O uğursuz gece gibi insan kılığında dolaşmaya başladı. Kendinden olmayana vicdana çomak sokana düzeni bozana tahammülü yoktu, insanların. Herkes ahraz kalmak istedi, İsrafil bunu ne kadar istemediyse insanlar o kadar bile isteye kapattı kulağını, dilini, gözünü.
“Hiç mi iyi kimse yoktur buralarda?”
“Olmaz mı, herkes kendine göre iyi. Zannedersin ki kötülük kapının dışındadır, örtersin yüzüne orada kalır. Bir suç işlense önce yetimleri işaret ederler, onların örtecek kapısı yok ya, o hesap.”
Bir gece kötülük yeniden ayaklandığında Adile evindeydi. Kasabalılar geldi, İsrafil’i sordu. Yok, dediyse de Adile kimse dinlemedi. İçlerinden biri çaktı kıvılcımı, ateşi atalım neredeyse çıkar piç kurusu dedi. Adile korkusuzdu, yüzünde tıpkı Gerende yanarken beliren o ifade vardı. Alevler etrafını sararken kabuğuna sığından Adile, kimine göre Adile göğe yükseldi, kimine göre bir melek geldi kurtardı. Adile’ye ne oldu bilinmez ama sanki kasabalı bütün günahlarını sardı Adile’nin sırtına yaktı yok etti. Denizde başladı Adile’nin hikayesi ateşte bitti.
İsrafil ise Yusuf’la beraber açıldı maviliğe, özgürlüğe… Şimdi onun sırtına kambur olan ne varsa uzaklaşıyordu.
Marika’nın eşarbında sakladığı istiridyeyi gömdü çukura. Bu bir ritüeldi aslında. İsrafil’in kendi doğumunu bağışlama ritüeli…
DEĞERLENDİRME
Kitabın ilk otuz sayfası kuvvetli betimlemeler ile dolu. Nice güzellik ve kötülüğü bir arada bulunduran bu Ege kasabasını anlamanız sanki orada hissetmeniz için oldukça yeterli görüyorum bu betimlemeleri. Yazarın tarzı gereği kitapta mitoslara, derin söylemlere ve kimi metaforlara yer verilmektedir. Beni zaman zaman kitabın bu puslu havası zorlamış ve hikâyeden kopardığı da olmuştur. Hatta Malika ve İsrafil arasında ne olup bittiği benim için pek netleşmemiştir. Anlatılanlar bir kurgu olsa da maalesef ki yaşadığımız çağda gerçekten de var olan dillenen gerçeklerdir. Bizden olmayana bizim gibi doğmayana farklı bakarız, çoğu zaman kafamızı çevirip ya da kapıyı kapayıp dışarıda bırakırız bizim olmayan o acıları… Hepimizin yüreği bilhassa başkalarının acılarına ahrazdır.